Salı, Nisan 28, 2020

'Bizimkiler' dizisiyle ilgili bilmediğiniz gerçekler

Bir dönemin efsane dizisidir Bizimkiler. Seyrederken çok dikkat etmedik ama biraz araştırınca diziyle ilgili çok hoş detaylar bulduk.


Hepsinden önce dizinin, Kapıcılar Kralı filminden ilham alınarak yaratıldığını söyleyelim. Sebebi ise aslında çok basit.



Aslında Umur Bugay, "Baba" isimli küçük bir hikaye yazıyor. Baş karakteri de dizideki Şükrü ve ailesi. Aynı zamanda Kapıcılar Kralı filminin senaristi de olan Umur Bugay, daha sonra karakterleri biraz daha geliştirip Bizimkiler dizisini yazmaya karar veriyor ve işte ortaya böyle bir efsane çıkıyor.

Pazar, Nisan 26, 2020

Sokak Çocuğu Ali ve Aşkımı Süpürmüşler

Erkin Koray'ın ÇÖPÇÜLER şarkısını pek çok müziksever ezbere bilir.

Sanatçının 1985 tarihli CEYLAN albümünde ROCK formunda seslendirdiği bu şarkı, aradan geçen onca yıla rağmen hala pek çok yerde çalınmakta ve söylenmekte...

Mesela Nisan 2020'de korona virüsüne (COVID – 19) karşı önlem olarak Bodrum cadde ve sokaklarını dezenfekte eden Bodrum Belediyesi temizlik işçileri bu şarkıyı seslendirdikleri bir de video çekmişlerdi.

Peki bu 'Çöpçüler' şarkısının evveliyatı nedir?

Bu şarkıyı ilk olarak 1971 yılında 'Sokak Çocuğu Ali' adını kullanan Ali Toprak plağa okumuştu. INTERNET üzerinden yapacağınız kısa bir araştırmayla sizin de görebileceğiniz gibi bu şarkının bir kaç öyküsü var.

Ne diyebiliriz ki? İnsanlar hikaye uydurmaya, bu hikayeleri ballandıra ballandıra anlatmayı ve belki de (burası hem komik hem acıklı ama) bu hikayelere inanmayı çok seviyorlar. Mesela HOTEL CALIFORNIA hakkında yıllardır anlatıla gelen saçma bir hikaye vardır: Genç kızla çocuk bir yıl sonra otelde buluşacaklarmış da otel yanmış, kız ölmüş falan filan...

Dolayısıyla Sokak Çocuğu Ali'nin niçin bu sahne adını seçtiği, şarkının aslında hangi olaydan esinlendiği hakkındaki hikayelerin de çoğunlukla böyle abartılı efsaneler olduğu düşünülebilir. Hatta efsane bile olamadan öylesine uydurulup bırakılmış dedikodulardır bunlar, diyebiliriz.
"Aşkımı süpürmüşler" cümlesinde bahsedilen "aşk" neyi ifade etmektedir? sorusuna bu uydurma hikayelerden birinde "esrarlı sigara" cevabı verilirken, kimi hikayelerde ise "süpürülen aşk" aslında yırtılıp yere atılan bir aşk mektubudur.

Bu konuda bkz. Erkin Baba, Bakırköy ve Kör Olası Çöpçüler Hakkında Beş Efsane

'Sokak Çocuğu' dendiğinde 1970'li yıllarda çocuk olanların aklına Kemalettin Tuğcu'nun o acıklı romanı gelir mesela..

Sokak çocuğu Yaşar'ın bol miktarda ibret, çokça ibret veren acıklı maceraları..

Şimdilerde adını hatırlayan kaldı mı? Bir zamanlar Kemalettin Tuğcu diye acıklı çocuk romanları yazan bir yazar vardı..

'Acıların Çocuğu' deyimini de muhtemelen Kemalettin Tuğcu romanlarından türetmişlerdi.

Biz dönelim 'Sokak Çocuğu Ali'nin 1971 tarihli Aşkımı Süpürmüşler şarkısına...

Bu 45'lik plakta Nükhet Duru, Esen Ağan (Esengül) ve Esen Ağan'ın kızkardeşi Sezen Ağan da vokal yapmıştı. Plak kapağında onların resimleri de yer almakta...

Urfa'dan kalkıp İstanbul'a gelen müzisyen Ali Toprak, kendi adıyla ilk plağını 1967 yılında çıkarmıştı. Plağın bir yüzünde 'Ağladım Durdum Sarardım Soldum' şarkısı yer alırken diğer yüzünde 'Sevdiğim Kız Hülya' vardı. (Bu Hülya'ya dikkat... Karşımıza gene çıkacak çünkü)

Bu plak başarılı olamamıştı belli ki... Nitekim Ali Toprak bir sonrakini plağını, Aşkımı Süpürmüşler şarkısını çıkarmak için dört yıl bekleyecekti.

1960'lı yılların sonu, 1970'li yılların başı... Türkiye'de kapitalist gelişim başka bir aşamaya geçmiş, tarımda artan makineleşme ve şehirlerde artan işgücü ihtiyacı nedeniyle köylerden kentlere göç hareketleri hız kazanmaya başlamıştı. Şehre gelip varoşlara yerleşecek, kırsal kökenden gelen yaşam tarzlarını büyük şehir hayatına uyduramadıkları için giderek lümpenleşecek bir kitle yeni yeni oluşmakta.

Haydarpaşa garına varıp da vapurla karşıya geçmeden önce kimbilir kaç kişi "Seni yenecem ulan İstanbul!" diye haykırmıştı?! Şehir hayatına uyum sağlayamayacak ve bu yüzden de bir türlü terkedemedikleri kırsal alışkanlıklarına sarılıp "yiğit delikanlı kahpe İstanbul'a karşı" felsefesine sarılacak bu kesim, "garibanizm" ve "proto-arabesk" akımının öncüleri olmalı...

Urfalı Ali Toprak işte tam o noktada 'Sokak Çocuğu Ali' adını alacak, yanında mini etekli güzel kızlarla poz verip plak kapağı yapacak... Hitap ettiği kitleye 'ben de sizin gibi garibanım ama etrafımdaki kızlara baksanıza' diye mesajını verecek, havasını atacak...

1971 ile 1975 yılları arasındaki dört yıl boyunca Ali Toprak (Sokak Çocuğu Ali adıyla) pek çok 45'lik plak yaptı. Plak kapaklarında yanında mini etekli güzel kızlar veya abartılmaktan adeta karikatüre dönmüş 'yalnız gariban' pozları verdi.

Ali Toprak'ın yaptığı plak ve kasetlerin tam listesi ve plak kapakları için http://diskotek.info/Artist/Details/Sokak%20%C3%87ocu%C4%9Fu%20Ali%20Diskografisi adresine TIK'layabilirsiniz.

O dönem Sokak Çocuğu Ali'nin seslendirdiği şarkıların sadece adlarına bakmak bile bir fikir veriyor:

1971 - Aşıklar Her Gün Ağlar / Yalnızlığıma Ağlıyorum

1971 - Sensiz Hayat Neye Yarar / Aşkımızı Ele Verdin

1971 - Garibin Mezarı / Sevgi Yaşa Bakmaz (Gönüller Bir Olsun)

1971 - Merhamet / Sen Benim Hakkımı Ödeyemezsin

1971 - Yalnızlık Şarkısı / Sosyete Kızı

1972 - Bu Garipten Ne İstedin / Sende Ayrı Gözler Var

1973 - Ben Her Gece Sarhoşum / Mesut Olamadım

1973 - Çöpçülerin Suçu Yok / Aşksız Geceler

1975 - Sevgilimin Adı Hülya (yazının başlarında bahsettiğimiz Hülya'yı hatırladınız mı?) / Fakirin Feryadı

1975 yılında ise Almanya'daki Türklere yönelik plak/müzik kaseti imalatı yapan TürküOla için yaptığı kasette bu şarkıları bu sefer 'Almancılar için' okumuştu.

Kasetin kapağındaki poza bir bakar mısınız?

Gariban müzisyen İstanbul boğazına bakan bir noktada mini etekli bir kızla poz vermektedir.

Garibanizm ve ilkel bir arabeske yaslanan 'yiğit delikanlılar', yanlarında modern giyimli güzel bir kadın olmadan kendilerini hep eksik hissediyorlar! Bu aşağılık kompleksinin izlerini bugün de görmüyor muyuz bir türlü "uygarlaşamayan" Türk erkeklerinde?

1975 yılından sonra uzunca bir zaman, 23 yıl kadar bir süre Ali Toprak'tan haber alınamayacaktır. Onun akıbetine bu yazı bitmeden tekrar döneceğiz...

1975 yılında Sokak Çocuğu Ali'nin müzik dünyasından çekilmesinin üzerinden on yıl geçer. Muhtemelen bu ismi hatırlayan hiç kimse kalmamıştır ortalıklarda... Erkin Koray'dan başka...

Erkin Koray 1985'te 'Aşkımı Süpürmüşler' şarkısına yeniden hayat verir. Proto-arabesk bu şarkıyı neşeli bir pop-rock şarkısına dönüştüren Erkin Koray, çoktan unutulmuş bir ezgiyi almış ve onu 'asla unutulmayacak' bir şarkıya çevirmiştir. Bunu yaparken de şarkının ilk sahibine büyük bir vefa örneği göstererek şarkının söz yazarı olarak 'Sokak Çocuğu Ali' adını CEYLAN albümüne yazmayı unutmamıştır.

Başkasının eserlerini alıp "anonim beste" diye lanse etmek Türk müzisyenlerinin sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir oysa...

Kaptanın seyir defteri: "Büyük müzisyen nasıl farkedilir?" sorusuna cevap bulmaya bir adım daha yaklaştık galiba...

Sokak Çocuğu Ali'ye sonra ne oldu?

Garibanizm de bir yere kadar... Yaptığınız onca plağa rağmen hala doğru dürüst para kazanamamışsanız... Para kazansanız bile 'mini etekli güzel kızlarla' olan yakınlığınız plak kapaklarına konan tuhaf resimlerden öte geçememişse... Bu işte başarısız olmuşsunuz demektir!

Başarısızlığa uğramak hayat yolunda her insanın başına gelen bir şeydir. Akıllı ve bilge bir adam başarısızlıklarından ders çıkarıp yoluna devam eder.

Yeterince akıllı ve bilge olamayan başarısız insanlar ne yapar peki? Kendileriyle hesaplaşmak yerine ezikliklerini içselleştirir ve dinselliğe sığınırlar...

Kaybedenler kulübünün ezik üyeleri, başaramadıklarını itiraf etmektense "tövbekar" olup bir zamanlar peşlerinden koşup da ulaşamadıkları emellerine lanet okurlar.

Sokak Çocuğu Ali'nin başına gelen de bu olmuştur: İstanbul'da tutunamayınca memleketine dönmüş ve dincilik işlerine kendini vermiştir.

Bakın dikkat edin: kendini manevi alemlere vermiştir demiyorum. "Din ve iman" işlerinden para kazanma ve insanları kandırma işine girmiştir, evet!

Yanına almaktan vazgeçemediği "kız çocuklarının" vokaliyle bu sefer "Örtün Bacım" veya "Sen de Örtün Bacım diye şarkılar söylediği 1998 – 1999 yıllarında "Tövbekar Şarkıcı Ali Toprak'ın sesi tekrar duyuldu.

İbretlik olduğu için şu albüm kapağını size göstermek istiyorum:

1999 Marmara depremini .. bu büyük felaketi bile kendisine reklam malzemesi yapmaktan çekinmeyen bir kafa yapısından bahsediyoruz.

"7.4 Yetmedi mi?" diye pankart açan gerici yobazları nasıl unutabiliriz ki?

Küçük Büşra (?) ile birlikte seslendirdikleri "Sevgi ve Barış ve DEPREM" kasetinin üstüne hiç utanıp sıkılmadan şöyle yazmış tövbekar(?) şarkıcı:
"Bu albümü dinleyen depremden ibret alıyor. Bu albüm; içki, sigara ve uyuşturucudan kurtulmak isteyenlere bir tedavi metodu oluyor. Bu albüm karı-koca kavgasını önlüyor."

Bir mizah dergisinde görsek katıla katıla güleceğimiz bu zavallı ifadelerin ciddi ciddi bir müzik kasetinin satışı için kullanılması hem acıklı hem de utanç verici!

Bu kasetin karı-koca kavgasını önleyip önlemediğini bilemiyoruz. Ama tiksinme hissi yarattığı kesin!

Bu kadarı size bir fikir vermiyorsa, yukarıdaki resme bakarak Tövbekar(?!) Şarkıcı Ali Toprak'ın Küçük Seher'le birlikte yaptığı kasetinde niçin "küçük kızlardan vazgeçemediğini" kendinize sorabilirsiniz belki...

Kaptanın seyir defterine ek: Dinlediğiniz bir şarkının veya okuduğunuz bir yazının anlattıkları kadar anlatamadığı öyküler de varmış meğerse...

Pazartesi, Nisan 13, 2020

Türkiye gülmeyi ve eğlenmeyi niçin ve ne zaman unuttu?

Evlere kapanmış insanların sıkıntısı geçmişi düşündürüyor insana... Bunu yeni kuşaklara anlatmak zor ama Türkiye bir zamanlar çok daha 'neşeli' bir ülkeydi


Ekonominin, siyasetin, virüslerin bile tarihi var. Ya eğlenmenin? Örnek olsun, yıllardır Maksim'i biliriz. Pek azımız bir köle ailenin çocuğu Frederick Bruce Thomas'ın ABD'den kaçıp Çarlık Rusyası'nda bin bir mücadeleyle kurduğu Maxim isimli gece kulübünden haberdar. Rus sosyetesini eğlendiren Thomas, Bolşevik Devrimi'nin ardından Maxim'i, Türkiye'ye Maksim olarak taşıdı. Şarkı söyleyenler, alkış tutanlar, bilet satanlar farkında olmasa dahi birlikte gülmenin, birlikte içlenmenin de bir öyküsü var.

Evlere kapanmış insanların sıkıntısı geçmişi düşündürdü. Bunu yeni kuşaklara anlatmak zor ama Türkiye bir zamanlar çok daha "neşeli" bir ülkeydi. Sponsorlar yasaklandı, ahlak zabıtalığı arttı, muhafazakârlık sopaya döndü... Şimdi iktidarının ilk günlerinde Kibariye ile yanak yanağa şarkı söyleyen Erdoğan fotoğrafına bile inanamıyoruz.

'Star'lar nasıl Saraylı oluyor?

"Türkiye'yi eğlendiren adam" Mustafa Oğuz'un gazeteci Selin Ongun'a anlattığı hikâyesine dışarıda başlamıştım. (Yorma Birader, Doğan Kitap) Tam da MFÖ'nün Mazhar'ının Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan ödül alırken, eski ödüllerini çöpe attığını söyleyerek Erdoğan'ın gönlünü aldığı günlerdi. Mazhar bunu hep yapıyordu. Eşi Biricik Suden ile Saray'ı mutlu etmeyi seviyordu.

Mustafa Oğuz, Sezen Aksu'dan MFÖ'ye birçok "star"ın menajerliğini, İkinci Bahar'dan Sıla'ya birçok kült dizinin yapımcılığını, Rumelihisarı'ndan Harbiye'ye tarihi konserlerin organizasyonunu yapan isim olunca, "eğlenmenin" öyküsünü içeriden anlatabiliyor. Oğuz, her referandumda, her kampanyada önümüze dizilen "sanatçıları" yakından tanıyor. Bunlar sahiden Erdoğancı mı ya da evetçi mi diye merak ediyoruz ya, Oğuz, buna anlaşılır bir yanıt veriyor. Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ya da tersinden Ozan Arif gibi sanatını her zaman politik görüşü ile birlikte büyüten isimler dışında, popüler dünyanın politik seçimini ya çıkara ya modaya göre belirlediğini anlıyoruz. Haliyle iktidar medyasında her kampanyaya koşan şarkıcılar, oyuncular Kenan Evren döneminde de Özal devrinde de Erdoğan zamanında da değişmiyor. Buna karşın Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı Evren ve darbeci komutanlar izlemeye geldiğinde İlyas Salman'ın "Ben bu diktatör cuntacılara oyun oynamam" dediğini, oyunun ardından ise protokolle görüşmeye çıkmadığını Oğuz anlatıyor. Ya da kendini dinlemeye gelen sıkıyönetim başsavcılarının gözlerine bakarak en politik şarkılarını söyleyen Timur Selçuk, "Sorarlarsa kim söyledi soranın da avradını" diye Kazak Abdal gibi bitiriyor.

Devlet ödeneğinden kokain ikramı

Gelelim Mazhar hikâyesine...

Bir tür "Saray müzisyeni" olarak konuşuyor ya. Hz. Muhammed için yazdığını söylediği "Yandım" şarkısının hikâyesini her dönem başka anlattığını okuyoruz ya. Aslında "apolitik sanat"ın "dönem adamı" olma hali onun için de geçerli. Eurovision tarihine bakan, Türkiye'nin bir "milli mesele" gördüğü bu yarışmaya, çok az sanatçıya nasip olacak şekilde MFÖ'yü iki kez gönderdiğini görebiliyor. Bizde hep TRT organizasyonu olması bir yana, devletin eli de katılanın sırtında oluyor. Mustafa Oğuz, 1985 yılında MFÖ'nün "Diday diday day"ının Eurovision öyküsünü şöyle anlatıyor:

"Eurovision Türkiye elemelerini kazandıktan sonra şarkının yeniden aranje edilip iddialı bir hale gelmesi için Hollanda'da prodüksiyon yapmaya karar verdik. Ama bunun için para kaynağımız yoktu. O günlerde bir gün Semra Hanım (Özal) Şan Tiyatrosu'na gelmişti. Ondan ricada bulunduk. Mesut Yılmaz Dışişleri Bakanı'ydı o zaman. Paris'teki büyükelçiliğin ödeneğinden stüdyo çalışmaları için para yollamışlardı. Zaten tüm harcamaları ucu ucuna yetiştirmiştik. Kayıt bitti. Para da bitti. Durum böyleyken, '300 gulden vereceksiniz" dediler. İtiraz ettim. 'Olmaz, bu ne için' diye sordum. 'Burası Amsterdam. Burada âdettendir. Tonmeistere iş bittiğinde kokain ikram edilir' (...) dediler. Mecburen verdik parayı." (Gulden, dönemin Hollanda para birimi.)

Kokainin tesiri, hikâyenin devamında TRT'nin "emeğinize sağlık" dediği ruh haline varıyor. Devlet, MFÖ'nün başarısı için dün de bugün de "elinden geleni" yapıyor.

İstanbul'un unutulmaz Rumelihisarı Konserleri'nin bitişinin bile politik bir öyküsü var. 90'ların unutulmaz konserlerinin kaderi Refah Partisi'nin İsmail Kahraman'ı Kültür Bakanı yapmasıyla değişiyor. "Hisar'daki surların içi, zamanında yerleşim yeriymiş. Surların içinde bir mahalle varmış. Mahallenin de camisi varmış. Yıllar içinde o mahalle yok olmuş. Cemaat olmayınca cami de işlevini yitirmiş" diye hikâyeyi anlatan Mustafa Oğuz, Mukadder Başeğmez gibi Erbakan'a yakın isimlerin çabalarına rağmen, "Müteahhit Kültür Bakanı Kahraman"ın "Hisar'da cami var, izin vermeyiz" diyerek konserleri engellediğini anlatıyor. Yakın zamanda başından geçeni ise Oğuz şöyle aktarıyor:

"Bebek'ten Rumelihisarı'na doğru yürüyordum. Aşiyan'a yaklaşırken bir motor dikkatimi çekti. (...) Aşiyan'ı geçtikten sonra içindeki rehber aynı zamanda çığırtkanlıkla Hisar'ı anlatmaya başladı. 'Burada eskiden cami vardı. Bir dönem kâfirler burada eğlenirdi. Çok şükür ki artık o günler geride kaldı' dedi. Ve benim gözüm döndü. (...) Ama ne bağırdım, ne bağırdım. Kendimi kaybettim resmen."

Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru kamplaştırılarak, gülen değil dişlerini sıkan bir toplum oluyor. Mustafa Oğuz anlatıyor:

"Çünkü yediden yetmişe her yaştan insanı içeren bir kamplaşma yaşıyoruz. Benim annem 80'li yaşların ortasında. Her sabah gazeteyi eline aldığında Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafı olan yerleri önce makasla ayıklıyor, sonra gazeteyi okuyor. Bu normal ve anlaşılabilir bir psikolojik durum değil."

Dizilerin tadı kaçtı

Halkı televizyona kilitleyen dizilerin politik bir kaderi var. Bizimkiler ya da Süper Baba'nın yerini bugünkülerin alması Türkiye'nin hikâyesi. Yakın dönemde bile ihraç markası olan diziler iki büyük darbe aldı. "Herkesle kavgalı dış politika" nedeniyle Mısır'la başlayarak ülkeler birer birer Türk dizilerini bıraktı. İkincisi daha kritik. Muhteşem Yüzyıl gibi Osmanlı dizilerinin hatta yandaş Atv'nin aldatmalı dizilerinin bile İslamcılar tarafından saldırıya uğradığı hatırlanırsa, Oğuz'un tespitleri şöyle: "İyi senaryo çok fazla çıkmıyor. Toplumda bu kadar bölünmüşlük, kaygı ve umutsuzluk olunca insanlar hayal kurarken otosansür uyguluyor. Toplum hayal kuramaz hale geldi. Senarist de bu ülkede yaşıyor. Pek çoğu hür bir üretim yapamaz oluyor.(...) Son zamanlardaki en büyük sıkıntı RTÜK'ün Türkiye'deki televizyonlara uyguladığı katı kurallardan kaynaklanıyor. Öpüşme, alkol, sigara olmayacak gibi maddeleri geçtik, aldatma olmayacak gibi ahlaki değerler üzerinden bakılıp anormal cezalar verilince senaristler de tıkandı."

Gülerken ağlayan muhafazakârlar

Bir dönem tüm Türkiye gibi muhafazakârların da eğlendiğini biliyoruz. Mustafa Oğuz'un 1991'de Yedikule Konseri'ne davet ettiği Cumhurbaşkanı Özal anısı sanki hiç yaşanmamış gibi:

"Bizi karşıladığında üzerinde eşofman vardı. Meseleyi konuşuyoruz. Organizasyonu anlatıyoruz. Bizi dinliyor, arada eliyle şeyini kaşıyor. Bizi bir gülme tuttu ama gülemiyoruz tabii."

Yıllardır hatırlanan o konserin sonunda sahnedeki sanatçıların arasında Turgut Özal'ı şöyle hatırlıyor:

"Samanyolu'nun söylenmesi için bütün sanatçılar sahneye çıktı. Bütün o sanatçılar dahildir buna, şarkıyı baştan sona kâğıda bakmadan, tek bir sözü şaşırmadan okuyan sadece Turgut Özal'dı. Çünkü çalışmış!"

İslamcılığın fethettiği muhafazakârlar gülmeyi bıraktılar. Sonra ellerindeki iktidar sopasıyla Türkiye'ye gülmeyi unutturdular. Eğlenmek, "yeni Türkiye" için bardakların masa altına saklandığı, "Aman fotoğrafını çekmeyelim"li bir ayıp haline geldi. Devrin mizahçılarının taşlandığı, susuz ve sabunsuz popun yüceltildiği Türkiye'nin resmi; Fethullahçıların Sızıntı'ya kapak yaptığı, muhafazakâr esnafın duvarına astığı o "ağlayan çocuk" tablosu oldu.

Şimdi hepimiz evlerde Kemal Sunal'larla, Adile Naşit'lerle neşemizi ararken sahi Maksim'e ne oldu? Türkiye tarihi gibi, Thomas'ın 1928'de ölümünün ardından kâh siyasetle kâh mafyayla derken acı son... Caddebostan Maksim, süpermarket; Taksim'deki otopark; Taşlık'taki otel oldu. Kısacası şu beton gibi yüzümüzle gülemiyorsak bir nedeni var!

Korona günlerinde nostaljiyi keşfetmek: Biz ne zaman böyle olduk?!

Perşembe, Nisan 09, 2020

'Neşeli Günler' Filmiyle İlgili Daha Önce Duymadığınız Detaylar


Yeşilçam'ın ve Arzu Film'in bize kazandırdığı göz bebeklerimizden Neşeli Günler. Orhan Aksoy'un yönetmenliğini yaptığı, Sadık Şendil'in senaryosunu yazdığı film, 1978 yılında tam 26 günde çekilmiş.


Filmin İzmir'de bulunan bir turşucudan esinlenildiği söyleniyor. Ekibimiz fuar zamanı turşu suyu içmek için bu dükkana sık sık uğrarmış.


Belki İstanbullular bilir ama bilmeyenler için hemen bu bilgiyi de verelim. Filmdeki turşu dükkanı, Cihangir'de bulunan tarihi Asri Turşucu.


Filmdeki herkes elbette bu yapım için yaratılan karakterlere can vermiş ancak öyle biri var ki o tamamen gerçek. Şener Şen'in hayat verdiği ve "Atma Ziya" olarak tanıdığımız abartı üstadı, kronik tutunamayan, aslında yönetmen Ertem Eğilmez'in amcası.


Annem nikahtan önce göster ama elletme dedi" repliği ilk kez bu filmle hayatımıza girmiştir bu arada. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu lafı aramızda hâlâ daha kullandığımız doğrudur.


Ziya'nın unutulmaz repliğini hatırlayalım: "En iyi cilet budur! Dünyanın bütün meşhurları bununla tıraş oluyor. İngiltere Kralı, rahmetli Başkan Kennedy, Taçsız Kral Pele, Beckenbauer, Kaleci Mayer, Nadia Comaneci, Brigitte Bardot, Fenerbahçeli Cemil... Hepsi, şöhretlerini bu bıçağa borçludurlar."

Bu replikte geçen dönemin efsane cimnastikçisi Nadia Comaneci, yıllar sonra Türkiye'de katıldığı bir etkinlikte bu filmde adının geçtiğinden haberdar olmuş; gayet de hoş karşılamış.


Filmde bir de hiç keyfimizi bozmayan bir süreklilik hatası var. Ziya'nın sevgilisi Nilgün ve annesi, normalde abisi Kazım'ın alt komşusu. Ancak ortalığın birbirine girdiği final sahnesi, Saadet Hanım'ın evinde geçiyor. Ziya'nın "Basıldım" dediği anda Sıdıka Hanım kızı Nilgün'le, Saadet Hanım'ın evine dalıveriyor. Yani onları Saadet Hanım'ın komşusu gibi görüyoruz. Fakat önemli mi? Tabii ki değil!


Geçtiğimiz günlerde Show TV'de yayınlanan film, dünyanın en tuhaf sansürüyle karşılaştı. Ziya'nın "İçişleri Bakanı arkadaşımdır, çok sıkışırsam ona telefon ederdim” lafı tamamen sansürlendi. Filmin çekildiği dönemde İçişleri Bakanı Korkut Özal'dı.


Çocukların anne ve babalarının tavrı için eylem yaptığı merdivenler, Taksim'de bulunan Gezi Parkı'ndan başka yer değil. Arkada bulunan beton anıtın üzerinde İGD (İlerici Gençlik Derneği) yazdığını görmüş olmalısınız ama Show TV'de seyrettiyseniz görmemeniz normal çünkü o kısım da mozaiklendi. Bu arada oradaki beton yapı şu an yok.


Ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnet duysak az. Onlar bir film karakteri değil sanki ailemizin bir parçası adeta yıllardır. Akıl tutulmalarına ve sansüre inat daha da çok seviyoruz, sevmeye de devam edeceğiz. Bayılıyoruz size canımız ailemiz!

'Bizim Aile' Filmiyle İlgili Daha Önce Duymadığınız Detaylar


Arzu Film ekolünden alıştığımız üzere bu filmde yönetmen Ertem Eğilmez değil. Hababam Sınıfı'nda müfettiş Hüseyin Şevki Topuz ve Süt Kardeşler'de Damat Bayram olarak tanıdığımız Ergin Orbey, bu muhteşem filmin yönetmenliğini yapmıştır.


Filmin çekildiği ev, Üsküdar Altunizade'de Kısıklı Caddesi üzerinde bulunan Kedili Köşk. Burası şu an bir güzellik ve estetik merkezi olarak işletiliyor.


Şener Şen'in kendi ismini kulandığı filmdir aynı zamanda Bizim Aile. Usta oyuncu kendi ismini bir de Arabesk isimli absürt komedi filminde kullanmıştır.


Filmdeki ufak soru işaretlerinden biri de evin en küçük oğlu Tuncay'ın, üstünde önlük ve elinde çiçekle annesine Anneler Günü hediyesi vermesidir. Bildiğiniz gibi Anneler Günü mutlaka pazar gününe denk gelir. Seyircilerden bazıları "O zaman bu çocuk niye okula gitti?" diye düşünebilirler; bunun da bir cevabı yok ve gerçekten hiç önemli değil.


Evin ablası Feride'nin evlenme bunalımına girdiği ve "yaşının geçtiğini" düşündüğü yaş ise kaç olsa beğenirsiniz? Feride'nin filmdeki yaşı 28. Ayşen Gruda ise film çekilirken 31 yaşındaydı.


Adile Naşit'in yıllar sonra bir röportajda anlattığı bir set hikayesi var ki, filmdeki herkesin sadece rol icabı aile olmadığını çok net gösteriyor.



"Bizim Aile filminin çekimlerinde idik. Halit Akçatepe ile Münir Özkul aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Tarık Akan da oturmuş bir köşeye dalıp dalıp gidiyordu. Yanına gittim, çok samimi değildik. Çorba içme saatiydi, çorba içtik ve 'Hayırdır?' dedim, zor da olsa anlatmaya başladı:'Mühendislik fakültesindeyken, okula yakın bir yerde bir matbaacı arkadaşım vardı. Cebinden kitaplar basar, insanlar okusun diye uğraşırdı. Bugün gelirken ona rastladım. İşleri bozulmuş, kapatmak zorunda kalacakmış dükkanı' dedi.



Çekimler iyi gidiyordu. Münir'in yanına gittim, durumu anlattım. Yevmiye usulü çalışıyorduk, ne yapacağımızı da çok bilmediğimiz için bekledik. Belki elimizden bir şey gelirdi. Münir bunu epey dert edindi. Hani o can alıcı sahne var ya; Münir'in o güzel tiradı. Saim Bey'in kapısından içeri girer, 'Sen değil, ben büyüğüm ben!' diye noktalar. şte o sahnede, herkesin eli ayağı buz kesti. Yarım saat bir sessizlik oldu.Gün bitti, yevmiyeler dağıtıldı. O gün ne olduysa hepimiz 3'er yevmiye aldık. Münir 10 yevmiye almıştı. Herkes aldıklarını bir araya getirdi topladık ve Tarık Akan'a uzattık.



Kabul etmedi, zorla kabul ettirdik. Beraber gidip matbaadaki işler düzelene kadar, her gün biraz daha destek olduk. Bugün, Tarık'ın vesilesi ile o matbaa halen çalışıyor ve geçtiğimiz gün 20.000 adet kitap basıp tüm ülkedeki okul kütüphanelerine yolladı."

Film bize aile olmak için sadece aynı çatı altında bulunan ve kan bağı olan kişilerin gerektiğini değil; dayanışmayı, sevgiyi, samimiyeti ve paylaşmayı anlatır. Seneler sonra anlıyoruz ki aslında bizim izlediğimiz bir kurgu değil, gerçeğin ta kendisiymiş.


Bizi karnımız ağrıyana kadar güldüren oyuncuların aslında yeri geldiğinde nasıl da ağlattığını yine Bizim Aile filmiyle görürüz. Her biri bize adeta oyunculuk dersi verir ekranın karşısında.


Ve sinema dünyasının en unutulmaz oyunculuğu, en muhteşem tiradı gelir Münir Özkul'dan. Çünkü Yaşar Usta bugün bile ezilenin, yoksulun ve güçsüzün isyanı olan şu cümlelerin sahibidir:



"Bak Beyim. Sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim? Bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm. Ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin anlıyor musun? Bir hiç. Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil. Ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile."