Salı, Mart 31, 2020

Korona günlerinde nostaljiyi keşfetmek: Biz ne zaman böyle olduk?!

Şimdilerde kimi vicdan sahibi insanların yaptığı şeylerden biri de siyah-beyaz Türk filmlerini seyretmek! "Siyah beyaz yıllara" sığınmak muhteşem bir duygu...


En yalnız halimizle “esir kaldığımız” evlerimizde, ne olacağı bilinmeyen bir geleceği” bekliyoruz!..

Korona günlerinde evde yaşamak, daha doğrusu buna zorunlu olmak, insanın yepyeni alışkanlıklar edinmesine, hayatın dayattığı yeni deneyimlerle tanışmasına, daha önce hiç düşünmediği, önemsemediği şeyler yapmasına da neden oluyor...

Şimdilerde kimi vicdan sahibi insanların yaptığı şeylerden biri de siyah-beyaz Türk filmlerini seyretmek! "Siyah beyaz yıllara" sığınmak muhteşem bir duygu...

Onlar "siyah-beyaz" hayatımızın, çocukluk düşlerimizin kahramanlarıydı… Ne kadar gerçek dışı olduğunu çok sonraları öğrensek de patronlar, fabrikatörler bile Hulusi Kentmen sayesinde tonton, babacandı mesela… Aliye Rona, Suzan Avcı, Hüseyin Baradan, Altan Günbay ve Erol Taş "Kötü kadın", "kötü adam" rollerinde bile sonunda nedamet getirir, iyilerin kazanmasına yardımcı olur, tüm film boyunca öfkelendirdikten sonra kalbimizi kazanırlar, alkış alırlardı…

Yılmaz Güney’den, Cüneyt Arkın’dan, Göksel Arsoy’dan, Ediz Hun’dan, Tarık Akan’dan delikanlı olmayı, şövalye olmayı, iyi yürekli olmayı, cesur olmayı öğrenirdik… Zeki Alasya- Metin Akpınar’dan, Mürüvvet Sim’den, Müjdat Gezen’den, Ayşen Gruda’dan, Şener Şen’den, Münir Özkul’dan, Adile Naşit’ten, Filiz Akın’dan, Belgin Doruk’tan, Fatma Girik’ten, Türkan Şoray’dan, adını bu köşeye sığdıramayacağım yüzlercesinden gönlü zengin olmayı, vicdanlı olmayı, asla boyun eğmemeyi, direnmeyi öğrendiğimiz gibi…

Onlar, iyiyi, güzeli, aşkı, sevgiyi öğreten kocaman renkler olarak yerleşmişlerdi yüreklerimizin bir köşesine…

Yürekleri karartan bir ülke!..

Sonra?.. Sonrası hazin…

Dünya hızla rengarenk günlere ilerlerken, televizyonlar renklenirken, bilişim çağına geçilirken, dijital devrim insanlığı sarıp sarmalarken, insanlık, bizler giderek yalnızlaştık… Bireyin ne kadar önemli olduğu adeta kafamıza vurulurken, giderek bencilleştik…

Para, piyasalar, hisse senetleri, tahviller, faizler yaşamın tek gerçeği olarak sunulurken, işsizlik, aşsızlık, yoksulluk, açlık milyarlarca insanı esareti altına aldı…

İnsanlar, yalnızlaştıkça, yoksullaştıkça, o "tonton", "babacan" fabrikatörlerle aralarındaki mesafe giderek açıldı, uçurumlarla ölçülmeye başladı… Yüreklerde saklanan kahramanlarımız iyice uzaklaştı, renkler birer birer soldu… Vicdanlar rafa kaldırıldı… "Nasıl yardımcı olabilirim?", "Üzülmeyin n’olur!" repliklerinin yerini "Seni sevmeyen ölsün", "Düşene bir tekme de sen atacaksın" vicdansızlığı aldı…

Yürekler giderek karardı, nasır bağladı… Komşuluk, arkadaşlık, dostluk, yardımlaşma gibi kutsal sözcükler de tavan arasına kaldırıldı adeta…

Yalnızlaştıkça, bir başına kaldıkça korkaklaştık… Korkaklaştıkça vurdumduymaz olduk; artık en önemli sloganlarımız "Azıcık aşım kaygısız başım", "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" olmuştu… Bunların aslında esarete giden yol olduğunu, bir başına kalanın "kolay lokma" olacağını, atalarımızın "Bir elin nesi var, iki elin sesi var" özdeyişini niçin söylediğini unuttuk…

Egemenlerin, bu durumdan nasıl beslendiğini, fayda sağladığını, "yalnızları" nasıl yönettiğini, en inanılmaz yalanları nasıl yaşamımıza dahil ettiğini unuttuğumuz gibi…

Şimdi, en yalnız halimizle "esir kaldığımız" evlerimizde, ne olacağı bilinmeyen bir geleceği" bekliyoruz!..

Kahramanlarımıza sarılma zamanı!

Şimdi, çok acil bir sorunumuz var…

Hayır, "koronavirüs sorunu" değil… Bu virüs er ya da geç mutlaka yenilecek… Asıl sorun, "Biz bu karanlığı yüreğimizden nasıl söküp atabiliriz" sorunu! Şimdi tam da düşünme zamanı…

O, yüreğimizin en renkli köşesinde sakladığımız, Cumhuriyet’i bize armağan eden kahramanlarımızdan tutun da, o Cumhuriyet’in faziletlerini anlatan, gösteren, öncülük eden tüm kahramanlarımızı hatırlama, sahip çıkma, sarılma zamanı!..