Cumartesi, Kasım 17, 2018

Bohemian Rhapsody: Film ile Freddie Mercury ve Queen'in gerçek hikayesi arasındaki 5 fark


İngiliz rock grubu Queen'in efsanevi lideri Freddie Mercury, hayatını anlatan Bohemian Rhapsody ile Hollywood'dan hak ettiği ilgiyi gördü.

Forbes dergisine göre film, dünya çapında şu ana dek 285 milyon dolar hasılata ulaştı. Türkiye'de 2 Kasım'da vizyona giren filmi ilk hafta sonunda 180 bin kişi izledi.

Freddie Mercury'i oynayan Rami Malek'in performansı da, hem grubun üyeleri hem de pek çok sinema eleştirmeninden övgü aldı.

Filmin yapımcıları Bohemian Rhapsody'nin belgesel özelliği taşımadığını vurgulasa da, senaryonun Mercury ve Queen'in gerçek hikayesini yansıtmadığından şikayet edenler de yok değil.

İşte Bohemian Rhapsody ile gerçek hayat arasındaki 5 temel fark:


1. Grup o kadar da kolay kurulmadı

Bohemian Rhapsody'de Queen'in kuruluş hikayesi çok daha farklı.

Filme göre, Freddie Mercury gitarist Brian May ve davulcu Roger Taylor ile ilk kez 1970'de, daha sonra Queen adını alacak olan Smile grubunun konserinde tanıştı. Basgitar ve vokaldeki Tim Staffell şans eseri gruptan yeni ayrılmıştı. Bir sonraki sahnede Mercury'nin yanına gittiği May ve Taylor önce ona şüpheyle yaklaştı, sonra Mercury de aralarına katıldı.

Gerçekteyse Freddie Mercury, grup arkadaşlarıyla çok daha önce, henüz Londra'daki Ealing Sanat Okulu'nda okurken tanışmıştı.

Tim Staffell'in de eski arkadaşı olan Mercury, Staffell, May ve Taylor'in kurduğu Smile'ın da büyük hayranıydı. Brian May, o dönem Mercury'nin sık sık gruba katılmak için başlarının etini yediğini ama Staffell ayrılana kadar gruba onu almadıklarını hatırladığını söylüyor.


Bas gitarist John Deacon'in gruba katılma hikayesi de gerçek hayatta farklı.

Filmde Deacon'ın Queen ile çaldığı ilk konser 1970'deymiş gibi gösterilse de, gerçekte 1972'ye kadar grup dört farklı basgitarist denendi ve ancak 1971 yılında Deacon gruba katılabildi.

Deacon aynı zamanda May ve Taylor'ı grubun ismini "Queen" olarak değiştirmeye ikna eden kişiydi.


Filmde EMI müzik şirketinden Ray Foster isminde bir yönetici, grubun efsanevi bestesi Bohemian Rhapsody'nin yapımcısı olmayı, parçanın çok uzun olduğu gerekçesiyle reddediyor. Grup üyelerine de daha ticari müzik tarzına eğilmeleri tavsiyesinde bulunuyor ve büyük tepkilerini çekiyor.

Rolling Stone dergisine göre, böyle bir karakterin gerçekte var olduğuna dair kanıt yok.

Ancak Ray Foster karakterinin EMI'nin o dönemki patronu Roy Featherstone'dan ilham alındığı da düşünülüyor. Featherstone ise büyük bir Queen hayranıydı.

2. Mercury'nin aşkları

Bohemian Rhapsody, Mercury'nin bir dönem birlikte olduğu Mary Austin ile 1970'de gruba katılacağı gece tanıştığını anlatıyor.


Rolling Stones dergisine göreyse Mercury ve Austin'in ilişkileri aslında çok daha karmaşıktı.

Austin grup üyelerinden Brian May'le çok kısa bir ilişki yaşamıştı ve Freddie daha sonra grubun lideri olana kadar tanışmadılar.

Freddie Mercury ile Jim Hutton arasındaki aşk hikayesi de, filmde farklı anlatılıyor: İkili, Mercury'nin düzenlediği ve Hutton'ın garson olarak çalıştığı bir partide tanışıyor.


Jim Hutton (solda) ve Mercury, ünlü şarkıcının ölümüne dek 7 yıla yakın beraberdi.

Gerçek hayatta ise ikili bir gece kulübünde karşılaştı. Hutton o sırada Londra'da bir kuaförde çalışıyordu.

Times dergisine verdiği bir röportajda Hutton, 1984 yılında onu içki içmeye davet eden Mercury'i reddettiğini söylemişti. Hatta Hutton onun ünlü bir yıldız olduğunu da fark etmemişti.

İkili 1985'te yeniden karşılaştı ve Mercury 1991'de yaşamını yitirene dek ayrılmadılar.

3. AIDS'e yakalanışı

Queen severlerin en çok eleştirdiği farklılık da bu.

Filmin sonunda grubun solisti Mercury, AIDS'li olduğunu 1985'teki Live Aid konserinden hemen önce grup arkadaşlarıyla paylaşıyor.


Jim Hutton ise Mercury'nin 1987 yılına kadar hastalığını öğrenmediğini ve ölümünden bir gün önce yani 23 Kasım 1991'e kadar da hastalığını ilan etmediğini söylüyor.

Bir sinema eleştirmeni, Mercury'nin ölümünün 1990'lı yıllara damga vurduğunu ve AIDS'le ilgili toplumda farkındalığı artırdığını, filmin son sahnede Live Aid konseriyle hastalığını bağdaştırmaya zorlayarak "neredeyse Mercury'i cezalandırdığını" söylüyor.

4. Grubun 'ayrılık' süreci

Bohemian Rhapsody'de Mercury ve grup üyelerinin bir dönem küs olduğu anlatılıyor.

Ancak Queen, filmde anlatıldığı türden bir ayrılık süreci yaşamadı.

Filmde Mercury grup arkadaşlarına söylemeden ABD ile 4 milyon dolarlık bir solo albüm için sözleşme imzalıyor. Şarkıcı, bir süre gruptan ayrı kalmak istediğini, herkesin kendi yolunu çizmesi gerektiğini söylüyor ve bu gerginlik nedeniyle dağılma noktasına geliyorlar.

Gerçekteyse grup on yıl süren bir turneden sonra coşkularını kaybediyor ve 1983'ten sonra ara verip solo kariyerlerine odaklanmayı seçiyor.

Filmde Freddie'nin grup üyeleriyle yıllarca görüşmediği anlatılsa da, Rolling Stone dergisi, grup üyelerinin hiçbir zaman iletişimi koparmadığını, hatta 1983'ün sonunda bir albüm üzerinde çalışmaya başladığını aktarıyor.

Kısacası Queen üyeleri hiçbir zaman ayrılmadı!

5. Live Aid konseri

Queen'in 1985 yılında Wembley'de düzenlenen dev yardım konserindeki performansı, grubun tarihde çok önemli bir andı.


Filmde grubun uzun süre birbirinin yüzüne bakmadıktan sonra, konserden hemen önce bir araya geldiği anlatılıyor.

Gerçekte ise grup Live Aid'den bir önceki sene The Works albümünü çıkarmış, bir de dünya turnesi düzenlemişti. Live Aid performansı öncesi de defalarca prova yapmışlardı.

Bohemian Rhapsody şarkısını sözleri, orijinal videoklibi ve şarkıda anlatılanları okumak için TIK'layın

Çarşamba, Kasım 07, 2018

Müslüm Gürses'e 'Kıro Arabeskçi' Diyen Entelektüel Kitlenin Müslüm Baba'yı Adım Adım İlahlaştırma Süreci


"Hayat bir köşe kapmaca, köşeni bir kaptır da gör. Düşene dost olur sanma, yolunu bir şaşır da gör" demiş Müslüm Gürses. Bu zamana kadar fikrini değiştirlenleri, hatta kandırılanları çok gördük ama Müslüm Gürses'e ve kitlesine yapılan iki yüzlülük, müzik tarihinin belki de en radikal kitle hareketlerinden biri. Nasıl oldu da bir kitle tarafından aşağılanan, hor görülen bir şarkıcı, en çok eleştirenlerin bile hayran olduğu bir figür haline geldi? Buyurun hep birlikte o sürece bir bakalım...

Nerden başlasak, nasıl anlatsak... 60'lı yıllarda halk müziğinin ağır etkileriyle başlayan bir müzik akımının, 70'lerde daha farklı bir hal almasıyla başlıyor bizdeki arabesk müzik.


Müslüm Gürses'in "şarkıcı" olarak hayatına devam etmesi de ilk olarak çay bahçelerinde şarkı söylemesiyle başlıyor. Sonra Adana'daki yerel plak şirketinden ilk plağının çıkmasıyla yavaş yavaş adı duyuluyor.

70'li yıllara gelindiğinde ikinci kuşak denilen ve bir müzik türünün temsilcileri sayılan Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses gibi isimler yavaş yavaş müzik dünyasına nüfuz etmeye başlıyor.


80'lere gelindiğinde ise dönemin gergin havasıyla birlikte bir kitle tarafından arabesk bir müzik türü değil, bir yaşam şekli olmaya başlıyor. İsyan, acı ve duygu dolu bir yaşam şekli...


Devletin radyo ve televizyon kanalında arabesk şarkıcılara yer verilmiyor. Ancak Müslüm Gürses, bir fenomen olarak yükselişini sürdürüyor. Sevenleri Müslüm Gürses'i plaklarından, kasetlerinden ve o meşhur Gülhane Konserleri'nden dinliyor.


Fakat o konserlerin bir eşi ve benzeri, başka sanatçıların konserlerinde görülmüyor. Kendini ötekileştirmiş, ezilmiş ve itilmiş olarak tanımlayan muazzam bir kitle, Müslüm Gürses'i bir şarkıcı değil, seslerini duyuran bir kanaat önderi olarak görüyor.


Öyle ki, "Baba" dedikleri Müslüm Gürses konserleri adeta bir ayin, kutsal bir buluşma havasında geçiyor. Hatta bu huşû hali, hayranların kendini jiletlemesine kadar varıyor.


Fakat Müslüm Gürses bu kendine zarar verme işinden çok rahatsız oluyor, konserlerinde sık sık "Çocuklar yapmayın böyle" diye uyarılarda bulunuyor, hatta konseri yarıda bırakıp ambulansla bu çılgın kitlenin arasından sıyrılıyor.


İşte bu kitle, farklı müzik türü dinleyenler için yıllarca "kıro, maganda ve varoş" olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla bu kitlenin temsilcileri de bir şekilde genele göre kabul görmüyor ve oluşturdukları alt kültür, muhalifler tarafından her zaman yeriliyor.


Arabesk kültürünü sahiplenen bu "öteki" kitlenin, memleketin bir gerçeği olduğunu reddeden "konforlu kitle" tarafından reddedilmesi neredeyse kemikleşmiş bir hal alıyor. Fakat her inkarın, bir kırılması noktası olduğunu henüz fark edemiyorlar...


90'lı yıllara gelindiğinde arabesk müzik, özel kanalların ve radyoların da açılmasıyla tahtını pop müziğe bırakıyor. Ancak arabesk de bu değişime ayak uydurunca bu sefer ortaya isyan ve haykırış yerine daha yumuşak geçişlerin yer aldığı ve genele hitap eden ürünler çıkartmaya başlanıyor.


Bu esnada "Arabesk aslında jazz ve blues'un ülkemizdeki tezahürüdür" şeklinde ağır ağır gelen kabullenişler yaşanıyor müzik otoriteleri tarafından. Bu geçişin halka işlemesi de yine aynı sakinlikte devam ediyor.

2001 yılına gelindiğinde Müslüm Gürses, dönemin pop müzik şarkıcısı Asya'nın "Olmadı Yar" isimli şarkısını yorumluyor ve değişim rüzgarları yavaş yavaş esmeye başlıyor.


Aslında Müslüm Gürses'in ilk pop müzik yorumu bu değil. 90'lı yılarda yine Nilüfer'e ait İnkar Etme, Böyle Ayrılık Olmaz ve Sezen Aksu'nun Belalım şarkılarını seslendiriyor. Fakat "Olmadı Yar", bu müthiş değişimin adeta bayrağı oluyor.

Müslüm Gürses'in menajeri Nevzat Takmaz'ın "Artık bir yenilik yapmamız lazım" tavsiyesiyle ortaya yeni projeler çıkmaya başlıyor. Ülkenin önde gelen rock gruplarından Duman'la birlikte konserlere başlıyor Müslüm Baba.


"Olmadı Yar" şarkısını bir Duman'dan bir de Müslüm Gürses'ten dinliyor herkes. Rock dinleyen genç kitle, Duman'ın konserine Müslüm Gürses'i görmek için gider oluyor.

Derken asıl bomba Teoman'ın "Paramparça" şarkısını Müslüm Baba'nın söylemesiyle patlıyor. Yıllar önce "İtirazım Var" şarkısını hangi duygularla söylüyorsa tarzını ve üslubunu bozmadan "Paramparça"yı da aynı şekilde yorumluyor.


Hele bir de "Neredesin Firuze" filminde bir Bülent Ortaçgil şarkısı olan "Sensiz Olmaz" yorumu var ki, Müslüm Gürses'le ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar bile bir anda şarkıyı arka arkaya dinlemeye başlıyor.


Bir de şöyle bir detay var. Yakınlarının ve eşi Muhterem Nur'un söylediğine göre Müslüm Gürses evinde sık sık Mozart, Bach dinleyen bir klasik müzik hayranı.

Ön yargılar bir bir yıkılırken, edebiyat dünyasının ve entelektüel kitlenin önemli isimlerinden olan Murathan Mungan da bir söyleşide Müslüm Gürses hayranı olduğunu söylüyor.


Entelektüel kitlenin gönlüne yavaş yavaş yerleşen Müslüm Gürses, bu sefer de kendi kitlesini küstürmeye başlıyor.


2006 yılında Murathan Mungan'ın süpervizörlüğünü yaptığı "Aşk Tesadüfleri Sever" albümünde David Bowie, Rainbow ve Bob Dylan gibi dünyaca ünlü grupların ve şarkıcıların şarkıları yer alıyor. Hepsine de Müslüm Gürses için söz yazılıyor ve ortaya arabesk ile batı müziğinin sentezlendiği bir albüm çıkıyor. Bu durum Müslüm Gürses'i yeni kabul etmiş kitle tarafından büyük bir mutlulukla karşılanıyor çünkü salt arabesk dinleyicisi olmaktan bu şekilde sıyrılıyorlar. Ancak Müslüm Baba'yı konserlerinde ağacın tepesinden izleyen ve kendini onunla bütün olarak gören kitle Müslüm Gürses'e darılıyor, kırılıyor...

Popüler olanı yakalama konusunda avcı sayılan reklam sektörü de Müslüm Baba'yı kaçırmıyor. "Bırrrr" dediği reklam filmi, işte o küskün kitleyi daha da üzüyor.


Çünkü Müslüm Gürses acının ve isyanın sembolü onlara göre. Komiklik yakışmıyor diyorlar, hoşlarına gitmiyor. Fakat bir yandan da "Aaa Müslüm Gürses ne sempatik adammış yahu" denilen diğer kitle, Müslüm Baba'yı yavaş yavaş hazmetmeye başlıyor.

Evine gelen "Unuttun bizi Baba" telefonlarına "Ben sizden vazgeçer miyim çocuklar" diye cevap veren Müslüm Gürses, "Sandık" albümüyle gönül almaya çalışıyor.


Öyle bir albüm ki bu, içinde hem Kenan Doğulu, Ceza gibi isimler var hem de İtirazım Var, Meselem gibi Baba'nın imza şarkıları var. Yani kimsenin kalbini kırmadan, kimseyi ayırmadan kucaklamaya çalışıyor Müslüm Baba.

Arabeski sadece rakı içerken "rahat rahat" dinleyen ve ertesi gün dinlediği şarkıları unutmak isteyen bir kitlenin marşı oluyor "Nilüfer"


Şimdi artık Müslüm Baba'yı edebiyat dergilerinin kapaklarında, spreyle boyanmış sokak duvarlarında, dizi ve film müziklerinde buluyoruz. Onu eleştiren herkes neredeyse koyu birer "Müslümcü" olmuş durumda.


Eskiden toplum tarafından dışlanacağını düşünerek gizli gizli Müslüm Gürses dinleyenler "Aynı Leonard Cohen'e benziyor" diyerek kendilerini rahatlatadursun, müziğin sınırsızlığına inananlar için hiçbir şey değişmedi.


Kimse Müslüm Gürses'i sevmek zorunda değil ama bir kitleyi yok saymak da doğru değil. "Varoş" kelimesini aşağılamak için kullananlara ise hayatlarında başarılar dileyelim. Müzik dinlemek, bir insanın kendine yapabileceği en sermayesiz mutluluktur. Sizi mutlu eden hiçbir şeyden utanmayın.